Kösem | Konular | Kitaplar

Bir Saltanat Değişikliği

318 yıl evvel 8 Kasım 1687 Cumartesi günü Sultan Dördüncü Mehmed, hal edilmiş tahtan indirilmiş, aynı gün kardeşi İkinci Süleyman cülûs etmiş, tahta çıkmıştır.

“Avcı Sultan Mehmed” diye de anılan Dördüncü Mehmed, tarihimize yanlış olarak “Deli” diye geçen Sultan İbrahim’in (1640-1648) büyük oğludur. 1/2 Ocak 1642 Çarşamba/Perşembe gecesi Turhan Hatice Sultan’dan doğmuş ve 8 Ağustos 1648’de yedi yaşının içinde tahta çıkmış, onun böyle çocuk yaşta cülûsu dolayısıyla ninesi Mahpeyker Kösem Sultan da (ölümü 1651) saltanat nâibesi olmuştur!. Kocası Sultan Birinci Ahmed’in vefatından (1617) beri kınalı parmaklarını şahsî çıkarları uğruna devlet işlerine sokmaktan usanmayan, dört pâdişah devrinde (I. Mustafa, II. Osman/Genç Osman, IV. Murad, Sultan İbrahim her kirli ve karanlık işte boy gösteren, nihayet torunu Dördüncü Mehmed’i zehirlemeye teşebbüs eden Kösem Sultan 1651 yılının 2/3 Eylül Cumartesi/Pazar gecesi Topkapı Sarayının Harem Dairesi’nde öldürülmüş, böylece Devlet bu kadının şerrinden kurtulmuştur.

Dördüncü Mehmed tahtan indirilinceye kadar 39 sene, 3 ay, bir gün saltanat sürmüş ve bu uzun saltanatıyla o, Osmanlı pâdişahları içinde Kanunî Sultan Süleyman’dan (1520-1566) sonra ikinci olmuştur. Kırk altı, yaşında hal edilen Avcı Sultan Mehmed 6 Ocak 1693 Salı günü Edirne’de vefat etmiş, İstanbul’a getirilen cenazesi annesinin Yenicami’deki türbesine defnedilmiştir.

Dördüncü Mehmed’in tahta çıkışından Kösem Sultan’ın öldürülmesine kadar geçen üç yıllık dönemde devlet idaresi Kösem Sultanla avanesi elinde kalıp tam bir anarşi devri yaşanmıştır. Saltanatının ilk yılları bu sebeble başarısız geçmiş, sonraları, padişâhın ava düşkünlüğü dolayısıyla devlet işleriyle meşgul olmadığı ve felâketlerin bu sebeple birbirini kovaladığı yazılıp söylemişse de, Devletin büyük kayıplarındaki gerçek sebebi Dördüncü Mehmed’in, bazı adinin bayağısı tiplerin oyununa kanarak Vezir-i a’zam ve Serdar-ı Ekrem Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’yı idâm ettirmesidir. (15 Aralık 1683) Merzifonlu’nun idâmından sonra devlet idaresi üç beş pespaye tipin elinde kalıp büyük kayıplara uğranmıştır!.

İKİNCİ SÜLEYMAN: 15 Nisan 1642 Salı günü Sâliha Dilâşûb Sultan’dan doğan, II. Süleyman, ağabeyi dördüncü Mehmed’in 46 yıla yaklaşan uzun saltanatı boyunca “Veliahd” olarak kalmış ve II. Süleyman bu hali ile Osmanlı tarihinde en uzun müddet saltanat günlerini bekleyen yegâne şehzâde olmuştur. Saltanatı, vefatına kadar 3 sene, 7 ay, 4 gün sürmüştür. 22 Haziran 1691 Cuma günü Edirne’de vefat eden II. Süleyman İstanbul’da Kanunî Sultan Süleyman türbesine defnedilmiştir.

Uzun veliahdlık döneminde kuvvetli tahsil ve terbiye gören ve “hakim, selim” “âbidü zâhid” bir hükümdar olarak tanınan II. Süleyman çöküntü devrinin olanca dehşetiyle devleti sarstığı bir devirde tahta çıkmış ve kısa saltanatı boyunca hem dış düşmanlarla hem de dahildeki anarşi ile mücadele etmek mecburiyetinde kalmıştır! Köprülü zâde Fazıl Paşa’yı sadarete getiren (Şehâdeti 1691) II. Süleymandır. Hattat olan ve güzel sanatlarla ilgilenen bu Osmanoğlu rüşvet ve safahat düşmanlığıyla da ünlüdür.

Tanzimatın İlanı

Tanzimat 1839 yılının 3 Kasım Pazar günü Topkapı Sarayının şimdi Gülhane Parkı olan kısmındaki Gülhane Kasrı önünde ilân edilmiş ve bununla ilgili Hatt-ı Hümayûn, okunduğu mahallin adını alarak “Gülhane Hatt-ı Hümayûnu” diye anıla gelmiştir.

Tanzimat Fermânının ne getirip ne götürdüğü günümüzde münakaşa mevzuudur. Ord. Prof. Himi Ziya Ülken’e göre: “Tanzimat, batı milletlerinin gerçekleştirdikleri hürriyet, eşitlik, demokrasi ideallerinin bir cinsten bir millet içinde gerçekleşmesinden ziyade, yabancı müdahalesinden faydalanan ve ayrılmak isteyen azınlıkların işine yarayan bir vasıta olarak kaldı. Tanzimat’la azınlıklar ekonomik alanda da kuvvetlendiler. Türk endüstrisinin bir çok dallarının asker olmamaları yüzünden Türk halkına göre nüfusça da çoğalmaları gibi Türkiye’nin Türk halkı aleyhine sonuçlar doğurdu.

On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru memlekete büyük nisbette Avrupa endüstrisinin girmeye başladığı görüldü. Önce İngiliz malları, sonra Hollanda ve Fransız malları Türk pazarlarını istilâ etti. Böylece eskiden özel bir vergiye bağlı olan Hıristiyan tebaa yerine, iktisadî bakımdan hürriyet kazanmış ve hukukî bakımdan korunmuş bir sınıf meydana çıktı. Bu sınıf sonradan Türklerle Avrupalılar arasında gerginlik ve düşmanlığın esaslı unsurlarından biri oldu.

“Tatbik Kabiliyeti Düşünülmedi!. Prof. Dr. Mümtaz Turhan ise der ki: “Tanzimât’ta “tatbik kabiliyeti olup olmadğı düşünülmeden veya ona göre umumî efkâr veya en zarurî vasıtalar hazırlanmadan bir takım ıslahata, yeniliklere teşebbüs edilir: İçinde çalışacak insanlar düşünülmeden, bunlar yetiştirilmeden teşkilâtlar kurulur, tatbik edecek hâkimler, memurlar yetiştirilmeden kanunlar, talimatnâmeler, nizâmlar vaz’edilir, en lüzumlu elemanlar, mühendisler, usta, ameleler te’min edilmeden fabrikalar, muallim yetiştirilmeden mektepler açılır. Dahası var. Ortada henüz Rüşdiye (ortamektep)den başka mektep, elde yetişmiş talebe veya hoca yokken Darülfünun (Üniversite) kurulmak istenir.

Bunların dışında, henüz sistemli bir şekilde tesbit edilmemiş bulunmakla beraber, o devre ait ecnebî eserlerde münferit müşahedeler halinde şuraya buraya serpilmiş olarak rastlanan değişmeleri de gözönünde tutmak lâzımdır. Bunlar bilhassa yaşayış tarzında, eğlencelerde ve diğer günlük davranışlarda belirmek suretiyle içtimaî hayatın her sahasına yayılmaları, bu itibarla resmî, siyasî faaliyetler kadrosunu aşıp halk tabakalarına kadar sirayet etmeleri bakımından, cemiyetin geçirmekle olduğu görüş, düşünüş ve zihniyet değişiklerini de aksettirdikleri için aynı derecede mühimdir!.”

Doğan Avcıoğlu da, 57. Tümen Kumandanı Şefik Aker’den şunları naklediyor: “Sivastopol savaşı zamanlarında Edremit’te Midillili yalnız iki Rum varmış. Birisi bilmem hangi ağaların, beylerin hizmetkârı imiş. Fakat 1909 yılında Edremit’te 1500 haneyi aşkın Rum vardı. Edremit köylerinde vaktiyle bir Rum yokken Tanzimât sayesinde Rumlar, Türklere göre Edremit kıyı köylerinde çoğunluğu sağlamışlardır. Kiliseler, okullar yapmışlar, Türklerin sözü geçer kişilerini eşkiyalıkla kaçırmışlardır!.

Günümüzde böyle münakaşa edilen Tanzimât, Sultan Abdülmecid’in saltanatı yıllarında (1839-1861), büyük adam (!!!) diye anılagelen, Mustafa Reşid Paşa’nın gayretiyle ilân olunmuştur!.

Osmanoğlu on beşinci asırda akıl hastalarını musiki ile tedavi ediyordu!..

Edirne’deki Bâyezid külliyesi, Sultan İkinci Bâyezid’in (1481-1512) adını yaşatan şaheserlerdendir. İnşâsına 1484 yılında başlanıp 1488’de tamamlanan ve cami, hastahâne, medrese, çeşme, imâret, hamam gibi yapılardan teşekkül eden külliyenin mimarı, Mimar Hayreddin’dir. Yüze yakın kubbe ile kaplı olan külliyeye bu kubbeler manzumesi ayrı bir haşmet vermektedir.

Külliyedeki Bâyezid Camii Osmanlı mimarisinin mühim eserlerindendir. 20,5 metre çapında bir kubbe ile örtülmüştür. Üç kapılıdır. Şadırvanı mermerden yapılmıştır. Mihrab ve minberi de mermerdir. Tek şerefeli iki minaresi vardır. Giriş kapısı üzerindeki kitâbede inşa tarihi olan 1488 okunmaktadır.

Külliyenin medresesi zamanında üniversite olarak kullanılmış, Dârüşşifa (hastahâne) ise, tıp talebelerine tatbikat yeri olmuştur. Bu hastahâne üzerinde ısrarla durulmalı ve her vasıtadan azamî istifade ile Sultan İkinci Bâyezid devrinin, on beşinci asrın bu eseri bütün dünyaya tanıtılmalı, bunun için de, tabiî bu eser önce evlâdlarımıza öğretilmelidir!..

Avrupalı “güttüğü domuz sürüleriyle birlikte ağaç kökü kemirirken” ve temizlik nedir bilmeden pislik içinde yüzerken bizim medeniyetimiz gittiğimiz her yeri nasıl aydınlattı ise, yine Avrupalı’nın akıl hastalarına “hasta” gözü ile bakmayıp onları “şeytanın işbirlikçisi” kabul ettiği bir devirde Bâyezid külliyesindeki akıl ve ruh hastaları musiki ile tedavi edilmiş, ayrıca çeşitli çiçek de, koku ve manzarasıyla derde deva olmuştur!..

Bâyezid Dârüşşifa (hastanesi) iki asır bu hizmete devam etti. Avrupalı’nın ancak bugün tatbik edebildiği bu tedavi için Dâr-üş-şifa kadrosunda hekimler yanısıra hanende ve sazendeler bulunuyordu. Bahçelerinde çiçekler hususî surette yetiştiriliyor, bu arada yine bu hastaların tedavisi için türlü av hayvanı, mütehassıslar nezaretinde hususî surette pişiriliyordu!..

Dâr-üş-şifa’nın pek zengin eczanesi yalnız hastanedeki hastaların değil, herkesin ihtiyacına cevap veriyor, haftada iki gün bedava ilâç dağıtılıyordu. Bu ilâçlar ancak hastalık dolayısıyla alınıyor, ticaret kasdiyle veya muhtacinden olmadığı halde ilâç alanların gerçekten fakir ve hasta duruma düşmeleri hakkındaki Pâdişah bedduâsı eczane duvarında asılı duruyordu!..

Mustafa Müftüoğlu


Konular